Düzenin “yeni” hukuku

Av. Bilgütay Hakkı Durna / 01.09.2019

Yargıda geldiğimiz nokta nedir?

 
Sanırım bunun için 2 Eylül tarihinde Cumhurbaşkanlığı Yerleşkesi’nde yapılan 2019-2020 Adli Yılı açılış töreni bize bir dizi veri sunabilir.[1] Bunun için de törende yapılan üç konuşmayı mercek altına yatıralım.
 
Beş yıllık “ara” sonrası[2] Adli Yıl açılışı töreninde söz alan Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’nun konuşması oldukça zayıftı.[3] Ülkede yaşananları, dolayısıyla hukuk ve yargı alanında yaşanan birçok başlığı yok sayan, Yargı Reformu Strateji Belgesi’ni konuşmasında merkeze koyan Feyzioğlu, öyle veya böyle herhangi bir tarafça dile getirilebilecekleri sıralamakla yetindi. Bu nedenle, konuşmasında yer alan ve bu yazı çerçevesinde değerlendirilebilecek olan, hukuk alanındaki mesleklere giriş sınavı ile hâkim ve savcı yardımcılığı müessesesi önerisini hatırlatmakla yetineceğim. Bir de tek “cesur” (ya da karşı) önerisi sayılabilecek olan Hakimler Savcılar Kurulu’nun (HSK) yapısının oluşturulmasına dair önerisini. (Tayyip Erdoğan da kendi konuşmasında HSK üyelerinin bugünkü seçim yönteminin -Meclis ve yürütme tarafından seçilmesinin- kuvvetler ayrılığı yorumu ile ilgili olduğunu ifade ederek, “Türkiye’nin örnek aldığı Batı demokrasilerinde yargı organlarının kararlarını kanun adına vermesi de yine bu anlayışın sonucudur. Ülkemizdeki tartışmalarda kuvvetler ayrılığına yönelik ithamların daha ziyade yürütme, yargı gerilimi üzerine bina edilmesinin sebebi, bu önemli gerçeği örtmeye yöneliktir” dedi. Konuşmalar önceden hazırlandığı için, Erdoğan Feyzioğlu’na cevap verdi demeyeceğim, denk gelmiştir. Ya da daha önce aralarında konuşmuş olabilirler, o nedenle konuşmasına konu olmuş olabilir.)
 
Nihayetinde, Metin Feyzioğlu’nun tüm konuşması tek bir kelime ile özetlenecek olursa, bu kendisinin de ifade ettiği üzere “normalleşme”dir. Arayış budur![4]
 
“Ev sahibi” olarak daha uzun bir konuşma yapan Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit ise “olması gerektiği gibi” konuşmasında öncelikle yargının, siyasal gücü elinde bulunduran yasama ve yürütme organı başta olmak üzere, tüm güç odakları karşısında bağımsız olmasının hukuk devletinin değişmez ilkesi olduğunu hatırlattı! Cirit bu sözlerini, Dünya Ekonomik Forumunun 2018 yılı Küresel Rekabetçilik Raporu ile Avrupa Birliği Komisyonunun 2019 Mayıs tarihli Türkiye raporlarını hatırlatarak ve küresel olarak, çeşitli güç odakları tarafından Türk yargısına yönelik olumsuz algı oluşturma çabaları sistematik bir şekilde sürdürülmektedir diyerek de güçlendirdi.
 
Konuşmasında, Cumhurbaşkanlığı sistemine geçilmesiyle birlikte, parlamenter sistemden farklı bir kuvvetler ayrılığının gündeme geldiğini ifade eden Cirit, böylece “demokrasi
-tek adam” tartışmalarına ilişkin görüşünü de “bir kez daha” paylaşmış oldu: Demokrasi işlemeye devam etmektedir!
 
İsmail Rüştü Cirit’in konuşmasında dikkat çeken bir nokta ise “yeni anayasa” talebi idi. Cirit “toplumun bütüncül ve tutarlı yeni bir Anayasa oluşturulmasına ilişkin haklı beklentisine siyasilerin uzlaşma ile bir karşılık vermeleri gerekir”dedi. Tabii konuşmasının önemli bir bölümünü Yargı Reformu Strateji Belgesi oluşturdu. 
 
Kuşkusuz törenin beklenen konuşması Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a ait idi. Sonrasında konuşmasından “manşete çıkarılan” bölüm ise, kuvvetler ayrılığına ilişkin değerlendirmeleri oldu. Kuvvetler ayrılığı prensibi demokrasinin ve Cumhuriyetin temelidir diye belirten Erdoğan “her toplum ve devlet kuvvetler ayrılığı ilkesini kendi serencamına uygun şekilde hayata geçirmektedir. Dolayısıyla dünyada tek ve değişmez bir kuvvetler ayrılığı demokrasi, cumhuriyet hukuk devleti uygulamasından bahsedilemez. Esasen böyle bir yaklaşım hayatın olağan akışına uygun da değildir” dedikten sonra ABD ve İngiltere örneklerine değindi.
 
Anlaşılan o ki, gerek emperyalist ülkelerden gerekse de sermaye çevrelerinden gelen “tek adam” eleştirilerine yönelik karşı bir hazırlık yapılmaktadır. Kısa vadede de bunun merkezinde Yargı Reformu Strateji Belgesi’nin duracağı anlaşılıyor. Zaten konuşmasında da “tutukluluktan ifade özgürlüğüne, savunma hakkından adalete erişime kadar birçok alandaki reform vizyonumuzu bu belgeyle ortaya koyduk”diyerek, Erdoğan buna işaret etti.
 
Gelinen nokta: Yargı Reformu Strateji Belgesi
Kuşkusuz bu konuşmaların daha ayrıntılı değerlendirilmesi ve tartışılması gerekir. Ama şu rahatlıkla söylenebilir ki, şapkadan tavşan çıkmamıştır. Bununla birlikte, şapkanın boş olduğu da söylenemez. Sanırım başta söylenmesi gereken, yukarıda alıntılanan üç konuşmanın temsil ettikleri arasında ideolojik hatta siyasi bir ortaklıktan artık daha fazla bahsedebileceğimiz. Yapılacak değerlendirmelerde de öncelikle bu ortak payda dikkate alınmalıdır.
 
Her üç konuşmanın çerçevesi de göstermektedir ki, öyle veya böyle düzen içi bir “normalleşme” arayışı bulunmaktadır. Gerek sermaye sınıfının gerekse emperyalist odakların talepleri ya “gönüllü” ya da “zorunlu” olarak dikkate alınmaya başlanacaktır. Eskisi ve yenisi ile düzen içi aktörlerde buna göre hazırlıklarını yapmakta ve dizilmektedir. Zaten iktidar cenahı da belge üzerinden Türkiye’nin hem AB’ye tam üyelik isteğinin devam ettiği hem de 2002’den bu yana yürüttüğü reform iradesini sürdürdüğü sonucuna varılmaktadır demektedir. Bizim cenah açısından sorun, bu normalleşmenin sanki bir “demokratikleşmeye” tezahür etmesi gerektiği düşüncesidir. Bu nedenle ya “normalleşme” olasılığına itiraz edilmekte ya da sonuçları nedeni ile hayal kırıklığına uğranılmaktadır. Oysa kastedilen 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan Anayasa Referandumunda kabul edilen başkanlık sisteminin (Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi) kurumlarının oturtulması isteği ve çabasıdır.[5]  
 
Bugün içinse, yukarıda söylediklerimin hepsinin toplandığı yer Yargı Reformu Strateji Belgesi’dir.
 
Mayıs 2019 tarihini taşıyan ve Adalet Bakanlığı tarafından hazırlanan belgeyi, konuşmasında da belirttiği üzere 30 Mayıs günü Tayyip Erdoğan açıkladı.[6] Bu belge, yargı reformu kapsamında yayınlanan ilk strateji belgesi değil. Daha önceki yıllarda hazırlanan iki belge daha bulunmakta. Güncel belge doğrultusunda hazırlanan “1. Yargı Paketi” de 25 Haziran tarihinde Erdoğan’a sunuldu. Bu paket “düşünce” suçlarında yapılacağı söylenen düzenlemeler ile kamuoyunun gündemine girdi. Esasen de Cumhuriyet Gazetesi davası ile Barış İçin Akademisyenler davalarından tutuklu olanların tahliyelerine yönelik düzenlemeler içereceği söyleniyordu. Zaten yine Erdoğan’ın konuşmasında da bunun sinyalleri yer alıyor. Ancak söz konusu düzenleme Meclis’in gündemine giremeden, Meclis tatile girdi. Şimdi Meclis’in açılması bekleniyor.[7]
 
Başta hukukçular olmak üzere geniş bir toplam, belgeyi yaşanan ekonomik kriz karşısında, başta uluslararası finans çevreleri olmak üzere sermaye sınıfına ve emperyalist ülkelere yönelik bir çaba olarak ifade ediyor. Metnin açıklanmasının İstanbul Belediye seçimleri öncesine getirildiğine dikkat çekilerek, bir “seçim vaadi” olarak kullanıldığı, bunların yanında, MHP tarafından bir süre önce gündeme getirilen ancak AKP tarafından kabul görmeyen “af yasası” talebini de bir şekilde içermenin formülü olarak belgenin kullanılabileceği, böylece ortağın isteğinin de karşılıksız bırakılmayacağı söyleniyor. Tüm bunların doğruluk payı olduğu tartışmasız. Ancak değerlendirmelerin daha öteye taşınması gerektiğini düşünüyorum.
 
En baştaki soruya dönersek; esasen, yargıda geldiğimiz nokta Yargı Reformu Strateji Belgesi’dir. Daha doğrusu onun ifade ettiği anlam!
 
Peki, bu nedir?
 
***
Yukarıdaki soruyu yanıtlamadan önce kısa bir hatırlatma yapmak istiyorum.
 
Hatırlayın, yaşadığımız süreç karşı cephe tarafından “vesayet rejiminin sona erdirilmesi” olarak tanımlanmıştı. Liberal ve dinci yazarların en önemli ideolojik silahlarından biri “vesayet rejimi” kodlaması oldu. Asker vesayetine son verilmesi ve ileri demokrasinin kurulması için mücadele ediliyordu!
 
Nasıl ki o dönemlerde Birinci Cumhuriyet’in tasfiyesinde ve toplumun şekillendirilmesinde bir dizi dava özel bir rol oynadı ise, İkinci Cumhuriyeti kalıcılaştırmak için de davalara özel bir rol biçildi. Memleketi davalar üzerinden hizaya sokma dönemi bitmediği gibi, bu işin tek failinin de Cemaat olmadığı bu süreçte görüldü. 
 
Gerçekten de bu dönem bir dizi tipik dava/soruşturma üzerinden örneklenebilir.[8] Tüm bu davalar gericiliğin siyasal ve toplumsal alana tamamıyla hakim olma çabasında da önemli birer araç haline gelmiştir. Bu davalarda esasen cezalandırılan da doğrudan düşüncedir.
 
İşte, böylesi bir dönemde, Yargıtay’ın Ergenekon davasında bozma kararı verildi (21 Nisan 2016). Bu karar aslında “yeni” bir dönemi de işaret ediyordu. Bunun yanında Yargıtay’ın “bozma” kararı bir dizi çevrede de sevinçle karşılandı. Aynı anlamları yüklemesek de “yeni bir dönem” olarak gören başkaları da bulunmakta idi. Nihayetinde bugünlere gelindiğinde bu çevreler, AKP iktidarı ile “vatan savunması” için siyasi bir birliktelik yapmaya hazır hale gelmiş durumdalar. Sanırım bu çevreler baştan sona siyasi bir davanın, bundan öte AKP iktidarının pekişmesini sağlayan bir davanın, Yargıtay aşamasında hukuki bir değerlendirme ile bozulduğuna inanmamızı beklemiyordur.[9]
 
Ek olarak, yargılaması halen sürmekte olan “Gezi” davasından da bahsetmek gerekiyor. Bu davanın da İkinci Cumhuriyet’in yapılandırılmasında kullanılacağını söyleyebiliriz. Davanın iddianamesinde yer alan "Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs" suçlaması, olası her muhalif çalışmanın karşılaşabileceği bir davaya dönüşme özelliği kazanmış durumunda. Hedefte olan muhaliflerin siyaset yapma hakkıdır. Yasanın aradığı özelliklerin var olup olmadığına dahi bakılmadan suç isnat edilmektedir. Tutuklamanın, herhangi yasal bir kriteri bulunmamaktadır. Sanıkların politik olarak yelpazenin çok farklı yerlerinde bulunmalarının ise, bu anlamı ile hiçbir önemi yoktur.
 
Bir de fotoğrafın diğer yüzü bulunmaktadır.
 
Çarpıcı bir örnek sanırım ne demek istediğimi anlatacaktır: "Cezaevleri de bir gün basılacak. Ancak onların hayal ettiği gibi değil. Dışarıda yakaladıklarımızın hepsini ağaçlara, bayrak direklerine astıktan sonra cezaevlerine de gireceğiz. Onları cezaevlerinde de asacağız. Boyunlarından asacağız bayrak direklerine" sözleri nedeniyle yargılanan Sedat Peker beraat etmişti. Davanın gerekçeli kararında “… konuşmanın yapıldığı tarihin darbe teşebbüsünün yıl dönümü olması hususları hep birlikte değerlendirildiğinde, sanığın sözlerinin muhatabının FETÖ/PYD üyeleri olduğu, sözlerden genel olarak   devlet ve hükümete karşı yeni bir darbe girişiminde ya da eylemde bulunulması halinde milletin aynı şekilde ve daha şiddetli olarak karşılık vereceği anlamının çıktığı, bu sözlerinden herhangi bir suç oluşturmadığı , zira ismi ne olursa olsun terör örgütlerine karşı devlet ve milletin yanında olmak her Türk vatandaşının borcu ve görevi olduğu, sanığın bu görevini kendi dünya görüşü çerçevesinde ifa ettiği…” denilmekte. Peker Barış İçin Akademisyenlere yönelik de "Oluk oluk kanlarınızı akıtacağız ve kanlarınızla duş alacağız" sözleri nedeniyle yargılanmış ve yine beraat etmişti.
 
Başka bir örnek 28 Şubat Davası. FETÖ dönemi tüm yargılamalarına öyle veya böyle kuşku ile yaklaşılmakta, bunun sonucu yargılama sürecine yansımakte iken, 28 Şubat davasına bu anlamı ile dokunulmamaktadır. Sivas davası sonuçlanalı yıllar olduğu halde, sanıkları periyodik olarak hatırlatılmakta, sanıkların ne kadar haksızlığa (!) uğradıklarından bahsedilmektedir. Buna karşın Soma Davası “komik” cezalar ile sonlandırılırken Çorlu Tren Kazası ile ilgili yargılamada aynı yönde ilerlemekte, Tahir Elçi soruşturmasında ise yol alınmamaktadır.
 
Yeni bir hukuk tesis ediliyor
Uzunca bir süredir ülkede hukuk güvenliğinin kalmadığından bahsediyoruz. Hukuk Defterlerinin sayfalarında da bu başlıkları sık sık tartışıyoruz. Ezbere bilindiği üzere, eğer hukuk devleti diye bir şey var ise, hukuk güvenliği de bu devletin önde gelen ilkelerindendir. Önkoşuludur.  
 
Ülkede uzun zamandır bu anlamı ile bir hukuki güvenlik sorunu olduğu açık. Hukuk dışı uygulamalar almış başını gitmiş durumda. Adil yargılama ilkesi rafa kaldırılmıştır. Artık kural sanıktan delile gidilmesidir. Böyle de olmuyorsa devreye gizli tanık müessesesi girmektedir. Savunma hakkının pratik sonucu gözaltına alınan, tutuklanan avukatlardır. Uzun zamandır yasaların torbaya doldurulduğundan şikâyet ediliyordu. Artık onlar da yoktur. Kararlar ve kararnameler dönemindeyiz. Parlamento devre dışı bırakılmış, “yasa yapma yetkisi” dâhil, yetkileri “yeni biçimi” ile yürütmeye devredilmiştir. Yani, sağduyulu herkesin ortaklaştığı üzere, bu ülkede hep olagelen “hukuk dışılık” ötesinde bir noktadayız.[10]
 
Ancak tüm bu tabloyu, yalnızca hukuksuzluk olarak tanımlamak yeterli midir?
 
Şüphesiz, AKP dönemi yargı pratiği ile kendisinden önceki dönemlerin “hukuksuzluklar”ı arasında bir süreklilik bulunmaktadır. Ancak, ülkeyi dönüştürme misyonu ile hareket eden, Birinci Cumhuriyet’i sonlandıran, İkincisini ise kurumsallaştırma gayreti içerisinde olan aktörlerin hukuk ile kurdukları ilişkiyi eğer yalnızca buradan açıklama çabası ile yetinirsek eksikli kalacaktır.  Bugünkü rejim (İkinci Cumhuriyet) zaten “kuralların ihlali” ile oluşturulmuştur.
 
“Yeni” Cumhuriyet kendi hukukunu yaratmaktadır. Bu “yeni” bir hukuktur. Bu anlamı ile de bir başıbozukluk değil, aksine bir mekanizma bulunmaktadır. Dediğimiz gibi, bunda da davalara özel bir rol biçilmektedir. Davanın niteliğine göre sonucunun ve/veya yargılananların alacakları cezanın da bir önemi bulunmaktadır. Ama bundan öte, esas olan soruşturmanın açılması, ardından da davanın başlatılmasıdır. Davanın sonucundan çok yaşanan sürecin kendisi belirleyici olmaktadır.
 
Buna ilişkin birçok dava örnek olarak gösterilebilir. Ben Çağdaş Hukukçular Derneği ve Halkın Hukuk Bürosu üyesi avukatların yargılandığı davayı hatırlatmak istiyorum. Baştan itibaren “usule aykırı” yürütülen dosya nihayetinde de soruşturmanın genişletilmesine yönelik talepler alınmadan dosyanın mütalaa için savcıya verilmesi, sonraki aşamada avukatların salona alınmaması ve esas hakkında savunmaların yapılmasına olanak verilmeden sonlandırılması ile hukuk tarihimizdeki yerini aldı. (Daha öncesinde de YARSAV Başkanı Murat Arslan’ın yargılandığı davada esas hakkında savunma alınmadan karar verilmişti.) Bu örnekler istisna olarak değerlendirilemez.
 
Önümüzde duran yeni bir yargılama pratiğidir. Ne yazık ki buna karşı “eski” savunma pratiği ile karşılık verilmeye çalışılmaktadır. Oysa, devletin temel organları, artık anayasadaki kurallara ya da yasalara göre davranmıyorsa, her şey bir yana, genel doğruların sürekli tekrarından ibaret hale gelen “siyaset yapma tarzı” ile hala neden yol alınmaya çalışılmaktadır, bu anlaşılmaz bir durumdur. Bunun üzerine düşünmenin zamanı gelmiş ve geçmiştir. Daha da beklenmemelidir.
 
İkinci Cumhuriyet “yerleşme” çabası içerisindedir. Kurumsallaşma bunun en önemli ayağıdır. O nedenle de tarafların “normalleşme” ve “uyum” arayışı devam etmektedir.  Bu anlamı ile Yargı Reformu Strateji Belgesi de bu sürecin bir parçası olarak, aslında bir tahkimattır. Çeşitli bahanelerden ve makyajlardan ibaret olduğu da sanılmamalıdır. Belge gerçektir![11]
 
Peki, İkinci Cumhuriyet bu topraklara yerleşebilir mi?
 
İşte uğraşımızın konusu budur!
 
Hukuk Defterleri dergisinin 21. sayısında (Eylül/Ekim 2019) yayımlanmıştır.
 


[1] 2019-2020 Adli Yıl Açılış Töreni, Cumhurbaşkanlığı Kongre ve Kültür Merkezi`nde Yargıtay’ın ev sahipliğinde düzenlendi. Yargıtay, tören kapsamında Türkiye Barolar Birliği (TTB) ve 79 baro başkanlığına da davetiye gönderdi. 51 baro yönetimi, Yargıtay’ı eleştirerek törenin Saray’da yapılması nedeni ile katılmayacaklarını açıkladı. TBB ise oyçokluğu ile törene gitme kararı aldı. Bunun yanında, 20 Yargıtay üyesi de törenin yapılacağı yer nedeniyle katılmama kararı aldı. Yargıtay üyeleri, kararın örgütlü olarak değil tamamen bireysel olarak alındığını belirttiler.
 
[2] 2014 yılında yapılan Danıştay töreninde, Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’nun konuşmasına o dönem Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan ayağa kalkarak tepki göstermiş, sonrasında da TBB Başkanlarının konuşması Danıştay ve Adli Yıl Açılışı gibi törenlerden çıkarılmıştı.
 
[3] Feyzioğlu konuşmasının girişinde Atatürk’ün “Gençliğe Hitabe” sinden alıntı yaptı ve devamla da “bizim için vatan söz konusu ise, gerisi teferruattır” dedi.  Hitabeden “Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklalini, Türk Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel senin en kıymetli hazinendir” alıntısı yapan Feyzioğlu’na “Bütün bu şeraitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasî emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir” bölümünün de hatırlatması da yapılabilir. Ama gerek yok!
 
[4] Bu yazı bir Metin Feyzioğlu yazısı değil. Onunla ilgili kısım gereğinden bile fazla uzadı. Ancak konuşmasında yer alan “güvenilir adalet sistemi”ni neden istediğine ilişkin bölümü de yorumsuz(!) olarak hatırlatmak istiyorum. Bu da bu yazı için son Feyzioğlu bölümü olsun: Feyzioğlu’nun birince nedeni “Her vatandaşımızın kendini Türk Milleti’nin asli ferdi olarak bilmesi, hissetmesi ve bu hissi evlatlarına geçirmesi, güvenilir bir adalet hizmetiyle mümkün olacaktır. Bir anne ve baba, ülkesinin yargısına güven duyarsa, evlatlarının geleceğine güven duyar. Bu güven duygusu, millet olma bilincinin en etkili unsurudur.” İkinci nedeni “Yerli ve yabancı yatırımcıların da Türkiye’ye gönül rahatlığıyla yatırım yapmalarını sağlayacak en etkili teşvik, güven veren bir adalet sistemini kurmamız olacaktır. Böyle bir adalet sistemi, daha çok fabrika, daha çok turizm yatırımı, daha çok iş ve istihdam, daha bol refah ve refahın adil dağılımı demektir.”
 
[5] Burada da basit bir bürokratik meşgaleyi kastetmediğimiz sanırım anlaşılıyordur. Çaba İkinci Cumhuriyet olarak adlandırdığımız, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) eli ile vücut bulan ve 1923 Cumhuriyeti’nin kuruluş paradigmalarının yerine inşa edilen rejimin yerleştirilmesi çabasıdır. Hatırlatmak isteriz ki, İkinci Cumhuriyeti tek savunan AKP değildir. Bundan öte düzen içi hiçbir aktörün İkinci Cumhuriyet rejimi ile “artık” bir sorunu bulunmamaktadır. Aralarındaki mücadele rejimin yapılandırılmasının nasıl olacağına ilişkindir. Arayışlar çok yönlüdür ancak seçenek belirsizdir.
 
[6] Strateji belgesi “hukuken” Avrupa Birliği üyelik müzakerelerinin bir parçası olan “Yargı ve Temel Haklar” başlıklı 23. fasıl kapsamında açılış kriterlerini karşılama amacı taşıyor. Hukuk devletiningüçlendirilmesi,hak ve özgürlüklerin korunup geliştirilmesi ile etkin ve hızlı işleyen bir adalet sisteminin oluşturulması amaçlarına yönelik oluşturulduğu ifade edilen belge, 9 amaç, 63 hedef ve 256 faaliyetten oluşuyor. (http://www.sgb.adalet.gov.tr/ekler/pdf/YRS_TR.pdf)
 
[7] Bu yazı bitirildikten sonra Yargıtay’ın Cumhuriyet Gazetesi davasına yönelik “bozma” kararı haberi geldi. Yargıtay 16. Ceza Dairesi Cumhuriyet gazetesi davasında verilen mahkûmiyet kararlarının çoğunu bozdu. Cezaevindekiler için de infaz durdurma ve tahliye kararı verdi. Böylece Meclis açılmadan, Erdoğan’ın Adli Yılı açılış konuşmasında işaretini verdiği bu konuda adım atılmış oldu. Barış İçin Akademisyenlere ilişkin davalarda ise Anayasa Mahkemesi’nin “hak ihlali” kararı sonrasında bir süredir “beraat” kararları verilmekte.
 
[8] Bu döneme ilişkin birçok dava örnek olarak verilebilir. Hemen ilk akla gelenler: i. Rennan Pekünlü ve Fazıl Say davalarındaki dini değerleri aşağılama ve türbanlı öğrencilerin eğitim hakkını engelleme iddiaları ile doğrudan düşünce ve ifade özgürlüğü cezalandırılmıştır. ii.Cumhuriyet Gazetesi davası ile birlikte tüm toplumun düşünce ve ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü hedefe alınmıştır. iii. Nuriye Gülmen ve Semih Özakça davası ile hakkını arayanlara/arayacaklara doğrudan gözdağı verilmiştir. Açılan soruşturmalar ve davalar ile hak arama kriminalize edilmiştir. iv. Toplumsal davaları takip eden avukatların tutuklanmaları ile doğrudan savunmaya gözdağı verilmeye çalışılmaktadır. v. “Cumhurbaşkanına hakaret” davaları geniş halk yığınlarının, muhaliflerin sindirilmesi için kullanılmaktadır. vi. Toplumda saygın bir yeri olan aydın ve sanatçılara açılan soruşturmalar yaratılan “korku toplumu” için önemli bir araç olmuştur. Yurttaşlara somut olarak her gün hiç kimsenin ve hiçbir kurumun hukuk güvenliği olmadığı gösterilmektedir.
 
[9] Ergenekon Davası bozma sonrası, geçtiğimiz aylarda beraat ile sonuçlandı. Davanın gerekçeli kararında "Ergenekon adı altında suç işlemek için kurulmuş bir örgütün varlığına hükmedilemeyeceği sonucuna varılmıştır" denilmekte.
 
[10] Yalnız Türkiye ye ait bir gidiş değildir bu. Tüm dünyada burjuvazinin kendi tarihsel iddialarından vazgeçtiği, burjuva demokrasisinin ve klasik anayasacılığın bu anlamda tasfiye edildiği, daha otoriter bir döneme doğru gitmekteyiz.
 
[11] Yargı Reformu Strateji Belgesi’nin bir yüzü de doğrudan yargının özelleşmesi ve hukukun piyasalaşması ile ilgili. Bu başlıklar ile ilgili olarak Evrim Şenöz’ün Hukuk Defterleri’nin Temmuz-Ağustos 2019 sayısında yer alan yazısına bakılabilir.
 
01.09.2019
ANAYASA MAHKEMESİ KAFA KARIŞTIRIYOR
Av. Abdurrahman Bayramoğlu / 04.03.2020
BAROLARIN GÖREV VE İŞLEVLERİ HAKKINDA...
Av. Dr. Başar YALTI / 24.01.2020
Basın Özgürlüğü, Önemi ve Türkiye Gerçeği
Av. Dr. Başar YALTI / 01.01.2020
Düzenin “yeni” hukuku
Av. Bilgütay Hakkı Durna / 01.09.2019
Olağanüstü Hal Dönemi, KHK’lar ve Özgürlüklerin Sınırlandırılması - 2
Av. Nazım Tural / 20.08.2019
Olağanüstü Hal Dönemi, KHK’lar ve Özgürlüklerin Sınırlandırılması - 1
Av. Nazım Tural / 19.08.2019
Çağdaş Avukatlar Geleneğini ve Geleceğini Arıyor
Av. Bilgütay Hakkı Durna / 01.11.2018
Baro siyaseti
Av. Bilgütay Hakkı Durna / 01.09.2018
Olağanüstü Hal (OHAL) ve Hukuk
Av. Dr. Başar YALTI / 01.02.2018
Hukuk Güvenliği
Av. Bilgütay Hakkı Durna / 01.11.2016
Avukat
Av. Dr. Başar YALTI / 01.04.2014
Afrika, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nden çekilmeyi tartışmakta
Av. Nazım Tural / 15.10.2013
ABD`de Askeri operasyonlarda Başkan ve Kongre`nin yetkileri
Av. Nazım Tural / 12.09.2013
Nereye Kadar?
Av. Dr. Başar YALTI / 17.02.2011
Barolar Birliği ve Birliği Savunmak
Av. Abdurrahman Bayramoğlu / 11.06.2009