Av. Dr. Başar YALTI / 01.01.2020
Bütün demokratik ülkelerde basının [1] özel bir önemi bulunmaktadır.
Tek adam yönetimlerinin, yani mutlak iktidarın yaratacağı olası keyfi uygulamalar karşısında, yaşanabilecek sakıncaları önlemek üzere iktidar gücünün parçalanarak kullanılması gerektiği, eski çağlardan beri öne sürülen bir düşüncedir. Bu düşünce, Montesquieu tarafından somutlaştırılmış ve daha sonra anayasalarda yer alarak hayata geçmiştir. Güçler ayrılığı ilkesine göre devletin üç ana organdan oluştuğu (yasama, yürütme ve yargı) ve bu organların birbirlerini dengeleyerek/denetleyerek görevlerini yerine getirmeleri gerektiği inancı, varlığını ve geçerliğini günümüzde de korumaktadır. Ancak zaman içerisinde, klasik anlaşılışıyla güçler ayrılığının, demokratik işleyişin gereklerini tam olarak karşılamadığı, hatta ayrıymış gibi gözüken bu üç organın aynı potada kolayca eriyip bütünleşebildiği görülmüştür. Demokrasi mücadelesinin tarihsel geçmişine bakıldığında ve nispeten yakın tarihte, otoriter / totaliter (Nazizm, faşizm vb) rejimler nedeniyle yaşananlar dikkate alındığında, devlet gücünün üç ayrı organ tarafından kullanılmasının özgürlüklerin ve insan haklarının korunmasında yeterli olmadığı acı sonuçlarıyla ortaya çıkmış, bu nedenle, devleti / iktidarı “dışarıdan” başka bir gücün denetlemesi ihtiyacı belirmiştir. Demokratik açıdan bu ihtiyacı halkın görüşlerini iktidara yansıtarak gidermenin en doğru çözüm olduğu açıktır. Ancak, temsili demokrasilerde, seçimden seçime uzayan süreçlerde kullanılan oylarla yapılan halk denetimleri ne yazık ki, devlet gücünün kötüye kullanılmasına engel olamamaktadır. Dolayısıyla kamuoyunun / halkın görüşünü, gücünü iktidar erkini kullananlara güncel olarak yansıtacak bir yöntem olarak basının varlığı öne çıkmış, kamuoyunun oluşumunda basın, önemli bir rol ve işlev üstlenerek iktidar üzerinde etkili olmaya başlamıştır. Bu çerçevede basın, adeta bir denetim organı gibi görev yaptığından, yasama, yürütme ve yargı organlarının yanında dördüncü bir organ, dördüncü bir güç olarak anılmaya başlamıştır.
Anlaşılacağı üzere basının demokratik ülkelerde özel önem kazanmasının nedeni, geçmişte insan haklarıyla ilgili olarak yaşanan sıkıntılar, acılar ve insanlık onuruyla bağdaşmayan yönetim tarzlarının yarattığı sonuçlardan kaçınma isteği ve buna bağlı olarak demokratik, adil bir düzenin gerçekleşmesindeki olumlu etkisidir. Ancak bir paradoks olarak basın, anti demokratik uygulamaları meşrulaştıran bir işleve de kolaylıkla sahip olabilmektedir. Basının kamuoyunu, iktidarların kendi gerçekleri yönünde koşullandırması ve iktidarların propaganda aracı olması sıkça yaşanan somut bir olgu olarak karşımızda durmaktadır. Dolayısıyla basın, kimin elinde olduğu, nasıl kullanıldığına bağlı olarak bir yandan demokrasiye, kamunun çıkarlarına, ifade özgürlüğüne hizmet ederken, öte yandan otoriter / totaliter rejimlerin en etkili propaganda aracı olarak halkı yanıltma, aldatma, gerçekleri örtme aracı olarak da kullanılabilmektedir.
BASININ İŞLEVLERİ
Demokratik işlevleri açısından bakıldığında basının başlıca görevi; halkın haber alma hakkını yerine getirmek, kamuyu ilgilendiren ya da ilgilendirmesi gereken olaylar hakkında toplumu aydınlatmak, halkı doğru ve gerçek şekilde bilgilendirmek, siyasal konularda kamuoyunu düşündürecek tartışmalar açmak, toplumsal çok sesliliğe ortam hazırlamak, yöneticileri eleştirmek ve uyarmak, kişileri, içinde yaşadığı toplumun ve tüm insanlığın sorunları yönünden bilinçlendirmektir.
Basının güncel olaylar ve konularla ilgili olarak halkın görüşlerini en kısa sürede ve en az maliyetle yansıtabilmesi, ifade ve düşünce özgürlüğünü kullanabilmenin etkili aracı olması, kamuoyunun şu veya bu yönde oluşmasındaki etkin rolü, seçim dönemlerinde en etkili propaganda aracı olması ve insanların seçme iradelerinin oluşumuna etkisi gibi nedenler, basına ilgiyi hem devleti yönetenler (siyaset mensupları) bakımından hem sesini duyurmak isteyen yurttaşlar bakımından fazlasıyla artırmıştır. Bütün bu yönleriyle basının işlevlerini yerine getirmesi tüm dünyada, kamu hizmeti olarak kabul edilmekte, basın mensuplarına da yaptıkları hizmetin gereği olarak bazı ayrıcalıklar tanınmaktadır.
Basının “dördüncü güç” olarak ortaya çıkması, demokrasinin gelişmesindeki rolünün keşfi ve bu kapsamda yapılan işlerin kamu hizmeti olarak nitelenmesi, basın alanındaki faaliyetlerin hukuksal olarak bir düzenlemeye tabi tutulması gereğini ortaya koyduğu gibi deontolojik/etik olarak da basın meslek mensuplarının uyacakları kuralların belirlenmesine gereksinim duyulmuştur.
Bu çerçevede, basınla ilgili düzenlemelerin ne şekilde yapılacağı, yasal çerçevenin nasıl çizileceği, basın kuruluşlarının yapısı ve gazetecilerin çalışma koşullarının ve denetim mekanizmalarının neler olacağı gibi konular önem kazanmaktadır. Ancak bu yazının sınırları içerisinde bu yönde bir analiz yapma olanağı bulunmadığını belirterek, bu hususlara ana hatlarıyla dikkat çekmekle yetiniyoruz.
HUKUKSAL DÜZENLEMELER
Basına yüklenen demokratik işlevlerin yerine getirilmesinin, basın mensuplarının ve kuruluşlarının özgürce çalışmasına bağlı olduğu açıktır. Basına verilen önem nedeniyle basın özgürlüğü, anayasal düzeyde ve temel hak ve özgürlükler arasında düzenlenerek güvenceye alınmış bir özgürlüktür. Anayasanın 28. Maddesine göre “basın hürdür, sansür edilemez. Devlet, basın ve haber alma hürriyetlerini sağlayacak önlemleri alır.”
5187 sayılı Basın Kanunu’nun 3. Maddesine göre de “Basın özgürdür. Bu özgürlük; bilgi edinme, yayma, eleştirme, yorumlama ve eser yaratma haklarını içerir.”
Basına tanınan geniş özgürlük alanı ve kimi ayrıcalıklar kamu yararı dikkate alınarak sağlanmaktadır. Ancak basın özgürlüğü sınırsız değildir. Basının, görevini hukuk çerçevesinde yerine getirmesi gerekmektedir. Basın, işlevlerini yerine getirirken gelişigüzel davranamaz. Bir hukuk devletinde kimsenin keyfi davranma lüksü bulunmadığından basının hukuksal düzenlemeye tabi tutulmasında bir sakınca olmadığı söylenebilir. Hatta hukuksal düzenlemelerin, basın özgürlüğünün güvencesi olarak öngörülmesi de mümkündür. Fakat ülkemizdeki egemen anlayış, özgürlüklerin kullanılmasını güvenceye alan bir bakış açısı yerine, olur olmaz gerekçelerle özgürlüklerin kullanılmasına ket vuran bir engele kolayca dönüşebilmektedir. Bu yazı kapsamında ayrıntıya girmeden belirtelim ki, ülkemizde basın özgürlüğü genel kabul gören uluslararası ölçütlerin ötesinde, özgürlükleri daraltıcı bir anlayışla ele alınarak düzenlenmiştir. Türkiye’nin anayasal ve yasal mevzuatına hâkim olan milliyetçi ve muhafazakâr değerler, basın alanında yapılan yasal düzenlemelere de fazlasıyla yansımıştır. 1980 askeri darbesinin çizdiği çerçeve ve Anayasanın dar kalıpları yanında kurulan üst denetim kurulları / kurumları (RTÜK vb) aracılığıyla egemen baskıcı zihniyet, basın özgürlüğünü ortadan kaldıran sonuçlar yaratabilmektedir. İktidarı elinde tutan mevcut otoriter/muhafazakar anlayış, 1980 anlayışının devamı ve takipçisi olarak ve kendisine sağladığı kolaylıkları gözeterek, yasal düzenlemeler yoluyla ama özellikle fiili uygulamalarıyla basını kolayca susturabilmektedir.
Bu çerçevede gerek Anayasada (m.28) gerekse Basın Kanunu’nda bazı kısıtların olduğunu anımsamak gerekiyor. Basın Kanunu’nun 3. Maddesinin ikinci fıkrasında, “Basın özgürlüğünün kullanılması ancak demokratik bir toplumun gereklerine uygun olarak; başkalarının şöhret ve haklarının, toplum sağlığının ve ahlakının, milli güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği ve toprak bütünlüğünün korunması, Devlet sırlarının açıklanmasının veya suç işlenmesinin önlenmesi, yargı gücünün otorite ve tarafsızlığının sağlanması amacıyla” sınırlanabileceği öngörülmüştür. Bu tür “masum” sınırlama nedenleri yanında basın özgürlüğünü sınırlandırmaya yarayacak somut olanaklar 6112 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş Ve Yayın Hizmetleri Hakkında Kanun ile fazlasıyla sağlanmıştır.
Ancak temel hak ve özgürlüklere getirilecek sınırlamada Anayasanın 13. Maddesinin her zaman göz önünde tutulması gerekmektedir. 13. Maddeye göre, “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.”
Bu konuda bir başka ölçü, Anayasanın 90. Maddesinin son fıkrası gereğince, temel hak ve özgürlükler bakımından uymak zorunda olduğumuz uluslararası sözleşmelerdir. Özellikle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ve bu sözleşme gereğince kurulan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararları basın özgürlüğünü destekleyici imkanlar sunmakta ve ortam sağlamaktadır. Bu nedenle basın özgürlüğünün sınırlarının belirlenmesinde AİHM kararları önem taşımakta AİHM in özgürlükçü tutumu bizim mahkemelerimizi de etkilemektedir. Anayasa Mahkemesine (AYM) bireysel başvuru yolunun açılmasından sonra bu konudaki başvurularda AYM, kararlarında sıklıkla AİHM kararlarına atıfta bulunmaktadır. AYM, Anayasa’nın 26. maddesinde yer alan ifade özgürlüğü ile onun özel güvencelere bağlanmış şekli olan ve Anayasa’nın 28. maddesinde yer alan basın özgürlüğünün demokratik bir toplumun zorunlu temellerinden olduğunu, toplumun ilerlemesi ve her bireyin gelişmesi için gerekli temel şartlardan birini oluşturduğunu kararlarında sıkla ifade etmektedir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ise, çok ciddi gerekçeler olmadığı sürece; caydırıcı etki yaratabileceği, farklı seslerin susturulmasına yol açabileceği, çoğulcu toplumun sürdürülebilmesine engel olabileceği ve kamuyu ilgilendiren sorunların tartışılmasında basının sağlayacağı katkıyı engelleyebileceği gibi nedenlerle gazetecilerin cezalandırılmasının kabul edilemeyeceğine sıklıkla vurgu yapmaktadır.
Bu kapsamda basın özgürlüğünün sınırları yargı kararlarıyla belirlenmiş, bir olay haberleştirilirken, olaylarla ilgili değerlendirme ve eleştiriler yapılırken uyulması gereken ilkeler saptanmıştır. Buna göre, bir olayı haberleştirirken; haberde gerçeklik, haberde kamu yararı, haberde toplumsal ilgi, haberde güncellik, haberde konu ile ifade arasında düşünsel bağlılık ilkelerine uyulması gerekmektedir. Bir haber, belirtilen bu ilkelere uygun olduğu sürece hukuka da uygun kabul edilmektedir.
Basın (gazeteciler ve kurumlar) görevlerini yerine getirirken sadece yasal ilke ve kurallara göre değil, basın meslek ilkeleri adı altında belirlenmiş etik değerlere de uymak zorundadır. Basın meslek kurallarını bu alanda faaliyet gösteren meslek kuruluşları belirlemektedir. Hatta yayın kuruluşları, gazeteler vb kendi etik değerlerini belirlemekte ve açıklamaktadırlar. Meslek kuruluşları arasında Basın Konseyi önemli bir role sahiptir ve 16 madde halinde meslek ilkelerini belirlemiş olup, etik denetim yapan bağımsız bir kuruluştur. [2] Bu anlamda, gerçeklik ve doğruluk, basın özgürlüğü ve gazetecilik bakımından en temel ilkedir. Gerçek olmayan bir olay, olgu haberleştirilemez. Bir gazetecinin okuyucuları, dinleyicileri veya izleyicileri olayların eksiksiz bir anlatısını sunduğu konusunda güven duymuyorsa o gazeteci, en temel gazetecilik standartlarını bile sağlayamıyor demektir. Gazetecinin, etik olarak, izleyicilerini/okuyucularını yanıltmama sorumluluğu bulunmaktadır.
TÜRKİYE DE BASININ DURUMU
“Milli Görüş” gömleğini çıkardığını söyleyen bir grup tarafından kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik krizden de yararlanarak, 2002 yılında; Avrupa Birliğine katılma sürecini hızlandıracağı, buna bağlı olarak Türkiye’de demokrasinin önünün açılacağı, hukukun üstünlüğünün sağlanacağı, temel hak ve özgürlüklerin genişleyeceği yönünde aldatıcı ama yaygın bir propagandanın etkisiyle iktidara geldi. Arkasına, liberal “aydınların”, sermayenin ve “Batının” desteğini alan AKP nin iktidardaki ilk beş yılı, Anayasada bazı iyileştirmeler yapılması yanında, devleti/cumhuriyeti tanıma ve keşif dönemi olarak geçti. 2007 yılı seçimlerini kazandıktan sonra ise üzerindeki kuzu postunu yavaş yavaş atarak, bir tramvaya benzettikleri demokrasi treninden istedikleri yerlerde ineceklerini gösteren sürece girildi. Devletin ve toplumun tam olarak kontrolü için yasama ve yürütmeye ek olarak, yargının ve basının ele geçirilmesi çalışmaları hızla başlatıldı. AKP, iktidarda olmanın avantaj ve yetkilerini kullanarak kısa sürede görsel ve yazılı basını denetim altına almayı başardı. Basın kuruluşları %90-95 oranında AKP kontrolüne geçerek “yandaş basın” kavramı dilimize yerleşti. Böylece, otoriter, siyasal İslamcı anlayışlarını yaymak ve iktidarlarını pekiştirerek sürdürmek için basını, etkili bir araç olarak kullanmaya başladılar. Yargı operasyonlarıyla (Ergenekon, Balyoz, Odatv vb davalar) korku toplumu inşa edildi. 2010 Anayasa referandumu ile yargı tam olarak denetim altına alındı. Daha sonra özgürlükçü, sözde “liberal” AKP gitti, yerine kendisini saklamaya dahi gerek duymayan, tarikatlar koalisyonundan oluşan ama biat kültürü gereği tek sesli, siyasal İslamcı, otoriter karakterli bir iktidar karşımıza çıktı. 2017 referandumu ile de tek kişilik yönetim, anayasallaştı.
Kabaca özetlenen 17 yıllık siyasal geçmişin basına yansıyan görüntüleri daha iç karartıcıdır. AKP’nin iktidara geldiği ilk dönemde Türkiye, uluslararası endekslerde, basın özgürlüğü sıralamasında, 180 ülke arasında 99. sıradayken liberalleşme rüzgarların etkisiyle birkaç basamak daha iyileşerek doksanlı sıralara kadar ilerledi. Ancak özellikle 2010 yılından itibaren bu alanda hızla gerilemeye başlayarak 2019 da 180 ülke arasında 157. sıraya kadar düştü. Gazeteciliği terörle özdeştirme propagandası ve olur olmaz nedenlerle açılan davalar (Cumhuriyet, Sözcü, Birgün, Evrensel gazetelerine açılan davalar) ve gazetecilerin tutuklanması sonucunda, korkan ve oto sansür uygulayan bir medya ortaya çıktı. Bu süreçte çok sayıda gazeteci özgürlüğünü yitirdi, halen 91 gazeteci cezaevlerinde tutuklu olarak bulunuyor. Cezaevinde en çok gazetecinin bulunduğu ülkeler sıralamasında Türkiye 5. sırada.
Bu süreçte yerel ve ulusal basın ekonomik olarak kıskaca alındı. Eleştirel davranan basına ekonomik ambargolar (reklam verilmeyerek) uygulanarak, vergi tehditleri kullanılarak, Basın İlan Kurumu ilan gelirlerinin aktarılmasında taraflı davranılarak, yargı yoluyla tehdit edilerek bu tür basın yayın kuruluşları ya kapanmaya zorlandı ya da iktidara yanaşarak yaşama yolu seçtiler, yani gazeteciliği terk ettiler. Bu yöntemler sonucu çok sayıda basın kuruluşu el değiştirdi. Sadece son 13 ayda 215 TV ve 100 gazete kapandı. Son 5 yılda 3 bin 804 basın kartı iptal edildi. Onbir binden çok gazeteci işsiz kaldı. Son 15 yılda 12 bin gazeteci yargılandı. [3] Böylece sadece iktidarın desteğini alan basın kuruluşları (gazete, tv ve radyolar) ayakta kalarak tek sesli bir medya fiilen gerçekleştirildi.
Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), eleştirel habercilik yapan basın kuruluşlarına kapatma yaptırımı uygulayarak, para cezaları yağdırarak basın özgülüğüne darbe üzerine darbe vurdu. Yargı - basın iş birliği sağlanarak yayın yasakları yoluyla halkın haber alma hakkı ve gerçekleri öğrenme hakkı engellendi.
Türkiye, özgürlükler alanında, artık dünyanın en kısıtlı ülkeleri arasında sayılmaya başladı. Ülkemiz, dünya demokrasi endeksinde 167 ülke arasında 110. sıraya geriledi.
Basın özgürlükleri konusunda yaşanan bu kara tablo, aynı zamanda ifade özgürlüğün kullanılmasını engelleyen sonuçlar yarattı. Cumhurbaşkanına hakaret davaları ve FETÖ darbe girişimi ile başlayan olağanüstühal uygulamaları toplumsal korkuyu yaygınlaştırdı ve derinleştirdi.
Şimdi kara bulutları dağıtma zamanı.
Halk, sosyal medya yoluyla gazetecilerin görevini üstlenerek, basının üzerindeki prangaları parçalamaya, iktidarın yarattığı korku duvarlarını aşmaya çalışıyor.
2020, iktidarın tek adam yönetiminin yarattığı baskıcı düzeni aşma yılı olacak.
Öyle görünüyor.
Dr. Başar Yaltı
Avukat, Basın Konseyi Yüksek Kurul Üyesi
Hukuk Defterleri dergisinin 23. sayısında (Ocak/Şubat 2020) yayımlanmıştır.
[1] Bu yazıda basın sözcüğü ile yazılı, sözlü, görsel ve elektronik medyayı içine alan evren ve kitle iletişim araçları yoluyla üretilen sonuçlar kast edilmektedir.
[3] Sayılar 10 Ocak 2020 tarihli Sözcü Gazetesinden alınmıştır.